Daha Fazla Gör

    Son Yazılar

    KÜRESEL GIDA SİSTEMİNİN TALEPLERİ

    Özellikle son 5 yılda gıda güvenliği ve güvencesinin ulusal olanaklarla sağlanması gerektiğinin ortaya çıktığını hepimiz biliyoruz.

    Pandemi, küresel ilkim değişiklikleri ve savaşlar… Yerel ve ulusal üretimin şart olduğunun gerekçeleri… Webagron okuyucuları bunları zaten biliyor.

    Ancak bu gereklilik özellikle biyoteknoloji başta olmak üzere küresel tarım ve gıda yatırımlarını geri plana itmedi, tam tersine dünya bu teknolojilerin daha çok kullanılmasını talep ediyor.

    Tüm gelişmiş ülkeler içinde biyotekonolojinin de olduğu biyoekonomi temelli politikalar ve kalkınma stratejileri üretmeye çalışıyor. Dünyada 40’tan fazla ülke biyoekonomi stratejisini belirlemiş ve uygulamaya geçmiş.

    Bir adım geriden alalım.

    Tarım son 50 yılda büyük gelişme gösterdi. Yeşil Devrim özetle ne yapmıştı? Yeni bitki ıslahı teknolojileri geliştirildi ve benimsendi, sulama yapılan alanlar genişledi, azot ve fosfor başta olmak üzere gübre kullanımı yaygınlaştı. Sonuçta verimlilik arttı.

    Bir durup düşünelim… İklimsel istikrarsızlık artıyor, üretim artışını kısıtlı kaynaklarla gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Su, enerji, gübre ve şimdi buna ek olarak karbon maliyetleri üretici koşullarını, üretim alanlarını ve kapasitesini ciddi şekilde etkilemeye başladı bile.

    Dünya nüfusu artış hızına ve gıda talebine baktığımızda ise 2050 yılına kadar gıda üretimini şimdikinden (çeşitli raporlara göre değişmekle birlikte) yüzde 60-70 artırmak zorunda olduğumuz gözüküyor.

    Tüm bunları ve güncel yeşil dönüşümü de düşündüğümüzde yukarıda yeşil devrimin ana unsurları arasında saydığımız üç gelişmeden sürdürülebilir olarak kabul edilebilecek hangisi kalabilir sizce?

    Sadece birincisine, yani; başta biyoteknoloji yeni bitki ıslahı teknolojilerinin daha da geliştirilmesi ve verimli bitki çeşitlerinin artmasına ilerleme alanı kaldığını düşünebilir miyiz?

    Çok zor, karmaşık, kamuoyu tarafından hatta bilimsel açıdan da tartışılan ve gelecekte tartışılmaya devam edilecek bir konu. Ancak bir köşe yazısı kapsamında biraz ufuk turu yapmakta fayda var.

    Biyoteknoloji çok geniş teknik bir yelpazeyi kapsıyor. Çok basitçe; verimi artırmak, kuraklığa, hastalıklara ve zararlılara daha dayanıklı / toleranslı bitkiler geliştirmek için doğal ya da doğal olmayan yöntemlerle  (genetik değişiklikler) biyolojik düzeni ve canlı organizmaları kullanmak ve değiştirmek olarak tarif edilebilir.

    Tarımsal biyoteknoloji endüstrisinin değeri tüm dünyada 2018 yılında 30 milyar dolar olarak tahmin edilmişti, şimdi 60 milyar dolar olduğu değerlendiriliyor. Son 6 yılda 2 kat artış demektir. Modern biyoteknoloji süreçlerine tabi olan tarım ürünleri üretiminin, küresel ekonomiye katkısı da her geçen gün artıyor. Dünyada yeni biyoteknoloji girişimlerinin yüzde 20’si tarım sektörüne odaklı.

    Tek başına teknoloji geliştirmeye yatırım yapmak yetmiyor. Islah çalışmalarının başarısında önemli ilerlemelerin yaşanması için hükümetlerin, kanun yapıcıların ve kamuoyunun güçlü desteğine ihtiyaç var ama özellikle genetik değişikliğe uğratılarak geliştirilen yeni bitki çeşitleri için bu destek henüz yok.

    Ayrıca yeni bitki çeşitlerinin en verimli üretim yöntemlerini içeren ve tarımsal üretimin bütün düzenini kapsayan bir paketin parçası olarak çiftçilere sunulması gerekiyor. Çeşit ıslahına yönelik yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanmasına yönelik büyük yatırımların devamlılığı, ortaya çıkan yeni çeşitlerin çiftçiler tarafından benimsenmesiyle doğru orantılı.

    Dünyada yeni çeşitlerin tohumlarına çiftçilerin ulaşmasını ve ürünlerin her açıdan yönetimini sağlayacak yeni politikalar üzerine çalışmalar ve bu politikaların hükümetlere benimsetilmesi için de yoğun lobi faaliyetleri sürüyor. Milyar dolarlar boşuna harcanmıyor.

    Başka bir alt konu… Biliyorsunuz tarım hem çevreyi kullanır hem de onu biçimlendirir. Yeni çeşitler de mevcut biyolojik çeşitliliğiniz ve genetik kaynaklarınız kullanılarak ıslah edilir, geliştirilir. Hastalık veya zararlılara karşı dirençli yeni bir çeşit geliştirdiniz diyelim. Doğa da boş durmayacak. Sizin yeni çeşidinizin dayanıklılığına karşı o da bir direnç geliştirecek ve sizin yeni çeşidiniz bir süre sonra işlevsiz hale gelecek. Biyolojik çeşitlilik de sınırsız olmadığına göre, bu durum gen kaynaklarının yönetilmesi, hatta ulusal ve uluslararası gen kaynaklarının yeniden dağıtılmaya çalışılması gibi içinden çıkılmaz ama savaş çıkartabilecek bir tartışma başlığı olarak karşımızda duruyor.

    Gelişmiş ülkeler bu konularda politikalarını oluşturup uygulamaya koyarken biz çalıştaylarda ‘’meli- malı’’ kipleriyle yapılması gerekenler listeleri yazmaya, eylem planları yapıp, eyleme geçmemeye devam ediyoruz. (O da son 10 yıldır ve Avrupa Birliği Tarımsal Araştırmalar Daimi Komitesi’nin önerisiyle)

    Ülkemizde sermayeye ve nitelikli insan kaynağına erişim yetersiz, yasal düzenleme gereksinimleri yüksek düzeyde olsa da, biyoteknoloji faaliyeti yürüten şirket sayısı ve AR-GE harcamaları artıyor. Toplam AR-GE harcamaları içinde biyoteknolojinin payı yüzde 1’in biraz üstünde, yetersiz ama yine de kendi içinde bir artış söz konusu.

    Diğer yandan son yıllarda biyoteknolojide akademik çalışmaların yoğunlaştığını, özel sektörde de bir hareketlenme olduğunu, teknoparklarda girişimciler tarafından kurulan biyoteknoloji firma sayısının da arttığını görüyoruz. Dünyada yeni biyoteknoloji girişimlerinin yüzde 20’sinin tarıma odaklandığını söylemiştik, ülkemizde ise bu oran yüzde 30’un biraz üzerinde. Potansiyelimiz ve merakımız çok, paramız az açıkçası.

    Teknoloji ağırlıklı üretim bir tercih olmaktan ziyade bir zorunluluk halini aldı. Ülke olarak kapsamlı bir biyoekonomi ve biyoteknoloji stratejimiz var mı? Akademik kaynaklarım “yok ya da çok yetersiz” yanıtını veriyor.

    Türkiye’nin biyoçeşitliliğini koruyarak en kısa zamanda biyoekonomi stratejisini belirlemesi, kullansa da kullanmasa da biyoteknolojik çeşitleri geliştirecek alt yapıyı kurması ve dünyadaki değişime ayak uydurması gerekiyor.

    Son Yazılar

    Önerilen Yazılar

    ×
    ×